Büyük, beyaz, pürüzsüz mermer sütunların üzerinde gri damarlar vardı. Bloklar halinde kesilmiş ve o sertliğe yumuşacık bir his vermek için iyice zımparalanmıştı. Sert soğuk ama kaygan ve sıcak, karizma ancak bu olabilirdi.
Yüksek
mermer sütunlar zemine genişleyen bileklikler sabitlenmiş, tavana ise yine
mermerden kemerlerle desteklenmişti. El ele tutuşmuş çocuklar gibiydiler. Sanki
bir oyun oynamış sonrada elleri birbirine kenetli halde havaya kaldırmış ve
öylece kalmışlardı. İyi ki çocuklar vardı. Yoksa yaşama neşe katan az şey
vardı.
Ne
tatlıydı insan yavrusu, minicik elleri, ağzı, burnu, ayakları… İnsanın sevdikçe
sevesi gelirdi. Öptükçe öpesi gelirdi. Ya hayvan yavrusu, bebek karınca gördük
diye sevinmelerimiz az mıydı? Ya da bebek bir filin bile şımarıp çamura
bulanması kalpleri ısıtmaz mıydı? Ya ektiğimiz tohumdan bir filiz çıkınca
ümidimiz de o filiz gibi yeşermez miydi? O yüzden iyi ki çocuklar vardı, hayata
en çok neşe katan onlardı.
Ama
o gün, mermer sütunun önünde ellerine arkasına almış bir çocuk bu defa bir
adama ümitle bakıyordu. Adam elleriyle çocuğun pembe tombul yanağını sıkıyordu.
Ağarmaya başlamış kaşlarından, ela gözlerini saklayan sık kirpiklerinden
merhamet akıyordu.
Mahallenin
babacanıydı, dik yürür, dik durur ama diklenmezdi. İnsanlar onu görünce sevinir
ama onu kaybetmekten de çekinirlerdi. Ciddi ama tebessümlü, net ama keyifli
idi. Yürürken selamı eksik etmez ve hep canlı hareket ederdi. Çocuklara,
yaşlılara, hastalara, gençlere hep şefkatle davranırdı. Sınırları zorlayıp aşmadıkça
gazap becerisini ortaya çıkarmazdı.
Fakat
bir mahalle bin dünya idi. Herkes birbiri ile aynı değildi.
Mermer
sütunun önünde bir teyzeye kolonya uzatacaktı. Yine bir iyilik peşindeydi. Ama
onu anlamayanlar için o çok da iyi bir kız olmayabilirdi.
“Kızım
bazen seni hiç anlamıyorum, bilerek mi bunları yapıyorsun yoksa saf mısın? “
Bu
cümleyi duyduğunda aynı boş bakışları atmaya devam ederdi bizim peltek,
gözlüklü kız.
Kimse
ona peltek ve gözlüklü olduğu için "Safocan" demezdi, çünkü çok akıllı akıllı konuşurdu.
O
akıllı konuşmaların altında hafif bir bilmişlik de vardı, o da gözlükleriyle
bütünleşirdi insanın zihninde.
“Kızım
sizin üç yılda öğrendiklerinizi ben bir yılda öğrenmiştim okulumda” ile başlayan
ve bunu tekrarlamaktan hiç gocunmayan kız. Saf, konuşkan, bilmiş ve iyi niyetli
bir kız. Durmadan patavatsızlık yapar, komiklikleri sınıfta konuşulurdu.
‘’Yok
hoca konuşurken tükürüğü yer çekiminin zıddında gitmiş de, üst bıyığına çarpmış
da.’’ ‘’Yok
hoca a’dan b’ye demek yerine a’da bu’ya demiş de...’’ Kıs kıs gülerdi de
gülerdi. Sadece kendisi gülmekle kalmaz sınıfı da güldürüp dersi kaynatırdı.
Zekası
ile bir yandan parlarken, patavatsızlığı ile bir karmaşa oluşturuyordu insanın
zihninde. İster istemez düşünüyordu insan. Harbiden saf mıydı, yoksa saf
gözüken miydi?
Safocan,
sadece okula değil tüm mahalleye yetiyordu. Esnafı görünce, “Abi sizin
dükkandaki ürünlerin rengi solmuş, satış yapamıyorsunuz galiba” diyerek kızgın
bakışlarla karşılaşıyordu. Yolda yürürken bu defa kapı önünde güneşlenmek için
tünemiş yaşlı teyzelere sohbet etmek amacıyla, “Teyzecim siz yaşlısınız ya, güneşlenmeniz
ne iyi gelir size” diyordu. İnsanlara arka arkaya ‘’tövbe’’ dedirtiyordu.
Safocan'ın
bir özgüveni vardı, cümlelerini herkese çatır çatır söylüyordu ama nedense
Babacan abinin yanında bir başka oluyordu. Onu görünce hemen üstünü başını
düzeltiyor sanki o da bir şeyleri yanlış yaptığını düşünüyordu ki, hanım
hanımcık oluyordu. Yanından geçerken başını okşayacağı anı sabırsızlıkla
bekliyordu.
Peki
neden başkalarının yanında yaptığı davranışları Babacan abiye gelince yapmıyordu?
Bu
soru mahallelinin zihninde yıllarca bir kenarda kaldı, ta ki ‘’İnsanın
karşısındaki kişinin iyiliğini düşünmediğinde, onun niyetini öğrenemeyeceğini’’
duyana kadar.
O gün o mermer sütunlu cami avlusunun içinde Babacan abi, Safocan'ın “Burası ekşi kokmuş teyzecim size kolonya vereyim” dediğini duymuştu.
Kenara
çekti. Ve birisine kolonya ikram etmesinin güzel bir davranış olduğunu ama kötü
koktuklarını söylemesinin kalp kırıcı olduğunu söylemişti…
Safocan
hak verdi ve Babacan abinin beylik cümleleri aklına kazınmıştı.
“İnsan
kendisini düşündüğünde, o kötü kokuyu almamak için birisine kolonya verdiğinde,
kendisine iyilik yapmış olur; birisinin kötü koktuğunu fark ettiği an
üzüleceğini düşünen kişi ise, onun kötü kokusunu engellemeye çalışır. Ve onun
hiç haberi olmadan… İnsanın karşısındaki kişinin iyiliğini düşünmediğinde, onun
niyetini öğrenemeyiz. Birisi karşısındakinin iyiliğini gerçekten düşünürse,
onun davranışları da cümleleri de uyumlu olur. Ve niyeti anlaşılır” demişti.
İşte
Safocan’ın durumu buydu. Gerçek bir iyilikten ziyade, yarım bir iyilikti
onunkisi… Birilerine bir yandan iyilik yaparken, daha çok kendi acısını
dindiriyordu. Gerçekten
birilerinin kalbini kırmamak için veya onun bulunduğu durumu anlamak için, onun
yerine kendisini koyması gerekmez miydi insanın? Ve onun yerine kendini
koyduktan sonra, o kişinin hatalarını yüzüne vurmamaya çalışmak iyi bir niyet
olmaz mıydı?
Babacan
amca, her zamanki merhametiyle, Safocan’ın yanağını sıktı… “Sen
tabi nereden bileceksin ki bunu, yaşın küçük, hayatta da öğrenecek çok şey
var.” dedi… Üzülsün istemedi. Yanağının bombesinden, baş parmağının tersini
dokundurdu. Sonra yavaşça cami avlusundan uzaklaştı ve gitti. Ama aslında daha
yeni gelmişti…
Yorumlar