Kime Çekti Bu Çocuk Necati!

Bahtı güzel olsun evladım…

“Ne huyu ne suyu ne sana ne bana, kime çekti bu çocuk Necati!” içinde irili ufaklı hayal kırıklıkları barındıran bir cümle değil mi?

Siz ne dersiniz…?

Oysa sadece kısa bir süreliğine, Dede’den Babaanne ’ye Anneanne ’den büyük Teyze... çoğunlukla ailede olan biten ne varsa kayıtsız kalan küçük Teyze’ye kadar herkesin kendine benzetmekte gururlandığı minik yavrumuz Hatice... 

“Olur mu canım, bak, ağza bak. Tıpkı Annesi…” 

“Yanaklar, o minicik burun, tıpkı halası, dedesi, teyzesi…” derken listenin uzayıp giden bir dönemi de olmuştu.

Arada daha enterasan kelimeler de geçiyordu tabi içinde kaderinden bahtından bahseden o cümlelerde; “Bahtı güzel olsun evladım… Allah çirkin şansı versin” diyen bir üst komşu dahi çıkmıştı hatta.

İşler biraz daha kızışıp, eli yüzü azcık daha toplanınca, o Allah vergisi sevimli suratı kabak gibi ortaya çıkmıştı. Artık huyunu suyunu da bir yerinden kendine benzetenlerin sayısı iyiden iyiye artmıştı küçük Hatice’nin.

Fakat işler pek uzun öyle gitmedi, bir süre sonra bizimkinin uykuya olan doğal direnciyle yüzleştiler. Güleçti, neşeliydi, kıpır kıpır hayat doluydu ama bir de uyusaydı keşke… 

Geceleri uyumak istemediğinde bedenini bir yay gibi gerer, basardı yaygarayı! O vakitten sonra sırayla el değiştirme merasimi. Sırayla denenmiş çeşitli uykuya daldırma yöntemleri... fiyaskoya uğramış bir kalabalık ve uykusuzluktan ses tonu hafif gergin, uykusuz bir anneyle baş başa kaldı yine Hatice.

“Zamanla geçer kızım, az sabır.” diyerek bir dönem geçirdi uykusuz Anne. Bir süre sonra üstüne “Nejla bu çocuk çok hareketli.” cümleleri duyulmaya başladı. Artık yavaş yavaş tutunarak sıralamayı öğrenmişti, renkler, görüntüler, hareket eden nesneler... İçinde pırıltısı olan her türlü aksesuar ve süs eşyası özel ilgi alanı olmuştu. Gördüğü her şeyi eline alma istiyordu Hatice. Totosunun üstünde duramadığı için tüm gün yanı başındaydı anneannesi.  “Ona dokunma, bu cıs! Kızım, dur, elin kolun bir dursun!" diyen bir anneanne ile Haticecik artık hayata adım atmıştı.

Aile içinde o naif benzetmelerin yerini artık alttan alta sevilmeyen çocuk benzetmeleri almaya başlamıştı.

”Bizimki ayak üstü düz duvara tırmanan cinsten!” 

“Yavrum bir beş dakika otur!” 

“Yatsan yatmaz kalksan kalkmaz bir çocuk"

"Zorla beş dakika bir yerde uyuya kaldıysa tüm gece beklesin ki uykusu gelecek deeee, uykuya dalacak da biz de bir rahat edelim…” 

Laflarıyla süslenmiş şikayetler daha sık duyulmaya başlanmıştı.

Yaşıtlarıyla bir araya geldiğinde bir oyun oynamaktan daha çok koşan, 

Anneannesinin aklını alan akrobasi hareketlerini kendi bedeninde deneyen, 

O koltuktan bu koltuğa zıplamaya çalışan, 

Televizyonu izlerken, bacakları koltuğun üstünde, gövdesi yerde tersten bakan, 

Oyuncaklarına karşı  da oldukça hoyrat davranan, 

Oyuncaklarına pata küte vuran, dan dun yerlere atan bir çocuk oldu çıktı, bizim küçük Hatice.

Çoğumuza tanıdık gelen cümleler, değil mi?

Bu hikâyeyi daha önce birebir yaşamasak da mutlaka hayatımızın bir yerinde karşımıza çıkmış olabilir bu küçük Hatice’ler.

İnsan daha önce gördüğü filmi bile tekrar izlemek istemezken, her gün aynı tempoda bir canlıya, hem de en yakınında, hiç katlanası gelmiyor. Onu anlamak, ona sabır göstermek, onun enerjisine eşlik edip vitesi biraz yukarı atası gelmiyor değil mi?

"Çocuk dediğin az bi durur, oturdan anlar!" alt yazılı olaylar yaşanıyor günlük doz olarak.

İnsan istiyor ki, o küçük çocuk bir anda yetişkin bedenindeki olgunluğa erişsin, hatta” otursun oturduğu yerde. Vakti gelince uyusun, uyansın, koltukta baş aşağı uzanmasın mesela. Bir kural bilsin, az bir rahat versin ay!"

Ama yok! İşler pek de öyle yürümüyor gerçek hayatta…

Kötü haber, o hayalini ettiğimiz günler çok uzaklarda görünüyor… Henüz bedensel olarak o olgunluğa varması, Yavaşlaması, totosunun varlığını kabul edip bir sandalyede oturması, Hatta yemek masasında yemek bitene kadar olmasa bile, bir yarım saatçik oturması,Tüm bunların olması, Hatice için biraz daha vakit alacak görünüyor. Okulda sınıf öğretmeni bile nasibini alacak olanlardan birisi, henüz farkında olmasa bile. Fakat her şey bu kadar zor olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan, öyle ya?

Deneyimsel Öğreti der ki; "Her avantajın bir dezavantajı vardır." Yani başka bir deyişle, her dezavantajın mutlaka ama mutlaka bir avantajı vardır. Henüz ben göremesem de.

Aslında bir türlü içten içe kabul edemediğimiz tiplerin arttığı bir yaşantımız.Şöyle daha yakından baktığımızda anlıyoruz ki, ne konuda büyük konuştuysak o konu burnumuzun dibine gelmiş.  Bu özelliklerle dolu bir kalabalığa dönüşmüş çevremiz.

İşin sırrı ne olmalı?

Hayatın içerisindeki farklılıklarımız birer zenginliktir. Farklılıklarımız şikâyet edeceğimiz, değiştirmeye çalışacağımız, küsüp oyunu terk edeceğimiz alanlar değil. Aksine farklılıklarımız bizleri besleyen kanallar. 

Başta bizlere zor gelen bu farklılıkların ne olduğunu anlamak gerekir. Farklılıkları kabul etmek, Sonrasında ise sabrımızın zorlandığı o anlarda, Çevremizdeki kişilerin yaratılıştan getirdiği özelliklerin farkına varmak, O özelliklere uyumlu beklentiler taşımak gerekir.

 Yani, “Bizim Hatice çok uyku düzeni olan bir çocuk değil, ama şu aralıkta uyuması için biraz onu parka götüreyim, enerjisini atsın.” diyebilmek. Ya da ders çalışma, masa başında oturabilme, bir davranışı sürekli hale getirebilmesi konusunda beklentimizi düşük tutmak.İlk 15 dakikada maksimum verimi alabileceğimiz bir yol haritası çizmek. Yavaş yavaş o çok değerli 15 dakikayı 16, 17, 20 ye çıkarabilmesi için onu desteklemek.

Etrafımızdaki kişilerin hayata karşı daha güçlü olabilmesi için onları küçük küçük yetiştirmek. Önce yapabileceği yerden başlayıp sonrasında minik adımlarını izlemenin keyfini çıkartmak.

Evimizde eşimizle, çocuğumuzla, işimizde çalışanlarımızla veya patronumuzla, arkadaşlarımızla bizimle iletişime geçen herkesle daha iyi bir iletişim kurmak neden mümkün olmasın?

- Hem kendimizin hem etrafımızdaki kişilerin özelliklerini tanıyabildiğimiz,

- Bu özellikleri algılayıp sonrasında kabul edebildiğimiz,

- Bu özelliklere uyumlu davranışlar sergileyip, daha gerçekçi beklentiler oluşturduğumuz,

- Daha mutlu, daha iyi iletişim, ilişki kurabileceğimiz bir yol haritası sunuyor bize; Deneyimsel Öğreti.

O zaman gerçek anlamda Kim Kimdir? Ben kimim, sen kimsin ve etrafındaki kişiler kim?

Soruların cevabını Kim Kimdir Seminerinde bulabiliriz. Kim olduğumuzu keşfedeceğimiz, avantajlarımızı, dezavantajlarımızı fark edip hayatın içinde beraber yol alacağımız  bir yolculuğa  davetlisiniz… 

Kim Kimdir? Hakkında


 

 

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Aynı yazıda anlatıldığı gibi daha iyi bir iletişim kurmak için “Kim kimdir” eğitimi ilk adım olabilir. Katileli bir iletişim hayat kalitemizi etkiliyor. Basite alınacak bir şey değil. Halının altına basit gözüken problemleri süpürdükçe işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor çünkü. Çok faydasını gördüğüm Deneyimsel tasarım öğretisi seminerlerini herkese tavsiye ederim.
Adsız dedi ki…
Yetiştirdin mi? Büyüttün mü? Deneyimsel öğreti eğitimlerinde öğrendiğim birşeydir. ellerinize sağlık güzel bir yazıydı
GNS dedi ki…
Çözüm odaklı çok güzel bir yazı