Günlerden 1 Eylül,
Ayşe tüm mevsimleri çok severdi. Ama küçüklüğünden
beri Sonbahar'ın yeri ayrıydı onun için. Herkes yaz mevsimini iple çekerken, o
ise sonbaharın gelmesini heyecanla beklerdi. Havanın o tatlı serinliği, doğanın
kırmızıya doğru renk cümbüşü onu çok heyecanlandırırdı. Kabuklarını atan ağacın,
yeniden bahara kavuşabilmesi için öncesinde vereceği çetin sınavı fark ederdi.
Ağaçların kışı atlatması için girdiği mücadele ona bir motivasyon ve yaşam
sevinci verirdi. İlkbahara ulaşmak öyle kolay değildi. Herkesin sevmediği
Sonbaharı sevebilmek Ayşe’ye kendini iyi hissettiriyordu. “Yazı siz yaşayın,
sonbahar bana kalsın.” diyordu içten içe. Yeni hedefler için Sonbahar’ı yeni
bir seneye başlangıç gibi görüyordu. Herkes yeni yılı 1 Ocak günü kutlardı ama
onun için yeni yıl başlangıcı 1 Eylül’dü…
Evde dört kardeştiler ve tek kız çocuğu
Ayşe’ydi. Evde annesine birisi yardım edecekse o da kız çocuğu olmalıydı. Öyle düşündüğü
için de annesine çok yardım ederdi. Sevmese de her gün tozu o alırdı.
Bunun dışında ev işleri yapmayı, temizliği, bulaşığı çok severdi. Bunlara yardım
etmekten, gelen misafirleri ağırlamaktan da çok keyif alırdı. O zamanlar komşuluk ilişkileri, misafirliğe gidip gelmeler vardı.
Herkes kendi hazırladıklarıyla misafirlerini ağırlardı. Babasının
çalıştığı kurumun lojmanlarında kalırlardı ve orada da herkes birbirini tanırdı,
sık sık görüşülürdü. Babasının işi nedeniyle farklı şehirlerde
yaşamışlardı. Babası ilişki kurmayı sever ve iyi tanındığı için çevresi de geniş olurdu.
Evlerine sık sık misafir gelip giderdi. Ayşe de bu konuda annesinin iyi bir
yardımcısıydı. Mutfakta tabakları, çatalları, peçeteleri, bardakları, ikramlıkları
hazırlardı. Misafirlere çay servis eder, kahve yapardı. Bunları organize
etmekten de çok keyif alırdı. Annesiyle beraber
bulaşık yıkarken yaptıkları sohbete doyamazdı. Öyle keyif alıyordu ki, bulaşık
yıkamaya da hiç erinmezdi. Su temas ettiğinde insana ne de iyi geliyordu. Tabi bunun
o zamanlar çok da farkında değildi.
Hayatta Heplik Yok
Yapılan işin yüzde yüzünden keyif alınamayacağına göre toz alma da onun sevemediği işlerdendi. Böyle sevemediği bir iş olarak bir süre hayatında devam etti. Çünkü her gün toz almak mantığını anlayamıyordu. "Mobilyalar, masalar kirlenmeden neden her gün toz alıyoruz?" diyordu iç sesi. “İki günde bir toz alsak olmaz mıydı? Benim göremediğim, annemin gördüğü toz nerede acaba?” diyordu. Eskiden öyle çok inşaat yoktu, elektronik cihazlar da evi sarmalamamıştı. Ev öyle çok sık tozlanmıyordu aslında. Ama bunun dışında kalan işleri yapmaktan çok büyük haz alıyordu. Evin düzenli, temiz olması iyi hissettiriyordu.
Kendisinden 4 yaş büyük abisi de yazın gözlükçüde çalışıyordu. O da her gün gözlükleri raftan indirip tek tek gözlüklerin tozunu alıyordu. Dükkân sahibinin ondan istediği ama severek yapmadığı bir işti. Bunun dışındaki işlerin çoğunda, o da dükkânda çalışmaktan keyif alıyordu aslında.
Sonra Ayşe öğrendi ki, bir işi az ve sürekli yapmanın bir yasası varmış. Ne annesi ne gözlükçü bu yasayı biliyormuş ama doğru stratejilerle yetiştirmişler çocukları.
Az yap ama sürekli yap. Abisi de aldığı o az harçlıkları biriktirerek güzel bir mikroskop almıştı. Evde buldukları sebze, bitki ne varsa hepsini mikroskop camına yerleştirip hücrelerine bakmaya başlamışlardı. Abisi mikroskopunu kullandırdığı için çok mutlu oluyordu Ayşe. Mikroskopun merceğinden gördüğü şeylerde göz bebeği büyüyordu, çok etkileniyordu. Ufacık şey nasıl da büyük görünüyordu. “Meğerse ufacık bir şey ne kadar da büyükmüş.”
İnsanın da yaptığı ufacık hareketler aslında ne kadar büyükmüş. Hayat bir mikroskop gibi bizi de büyütüyormuş ama farkında değilmişiz diye düşündü. Ufak ufak, ufak ufak nasıl da birleşiyormuş hedefe doğru giderken hücreler? Saf tutuyormuş ve bir canlının vücudunu oluşturuyormuş, bir insanın, bir hayvanın, bir bitkinin. Meğerse insanın da hedeflerine varması az az ama birleşerek oluyormuş.
Ayşe zaman içinde toz almayı da sevmeye başlamıştı. Evlendiğinde ve kendi evini kurduğunda da daha iyi toz almak için yeni çıkan toz bezlerini, doğal temizleyicileri takip eder olmuştu.
Annesi evine ziyaretine geldiğinde “ne gerek var bu kadar bez alıyorsun, bu kadar para veriyorsun” diye arada tatlı tatlı takılıyordu. Ne de olsa bir zamanlar eskiyen kıyafetler en güzel toz bezleriydi.
İnsanın da hayatının tozunu her gün alması gerekmez mi? Az ama sürekli. Bunun için ne 1 Ocak gününü beklemeliydi ne de 1 Eylül’ü. Yoksa tozlar birikince işler de zorlaşabilirdi.
Evet, Ayşe artık başlayan her yeni gününü yeni yıl başlangıcı gibi hissetmeye başlamıştı. Meğerse takvimin bir yaprağı ya da bir mevsimin bir günü değildi mesele… İnsan isterse her güne yeni bir başlangıç yapabilirdi.
Her gün güneş yeniden usanmadan bıkmadan doğmuyor muydu? İnsanın da yeniden doğması için zamanı tüketmesine veya beklemesine gerek yoktu. Her gün yeniden doğabilirdi.
Zaman sadece verilen bir süreydi. Mesele bu sürede insanın yapıp ettikleriydi... Her “gün” kendi içinde kışı, ilkbaharı, yazı ve sonbaharı da barındırmıyor muydu? Mevsimi de insanı da zenginleştiren çeşitlilikti.
Ayşe’nin de günlüğünde artık her bir mevsimin günü hedefleriyle dolmaya başlamıştı. Amacı tekti ama hedefleri çeşitlenmişti. Esnekliği öğrenmeye başlamıştı, azı da küçümsememeyi.
Mevsimlere baktı, ne güzeldi birbirlerine geçişi. Yumuşak geçişler oluyordu doğada. Doğa hedefi doğrultusunda dönüşürken, rüzgârlar da her gün doğanın tozunu alıyordu sonbaharda. Azar azar ama sonunda baktığında büyük işler başarıyordu…
İnsanlar “Yeni yıla hoş geldin…” diyordu kış mevsiminin başlangıcında… Peki, sen dönüşmedikten sonra ha kış olmuş, ha yaz, ha ilkbahar, ha sonbahar ne fark ederdi?
Sen tozunu alıyor musun her gün hayatının? Kimsenin görmediği yerlere kadar. Kimsenin seni görmediği yerde ama her gün gerçekte izlendiğin yerde, sen yeniden doğabiliyor musun? Kış gelmek üzereyken yeni hayatına her gün hazırlanıyor musun? Azı sürekli yapabiliyor musun?
Ayşe aslında o gün “Ben ne zaman büyümüş hissedeceğim?” sorusunun cevabını da bulmuştu. Mesele büyümek değil yetişmekti. İnsan yetiştiğinde hem olgun hem de çocuksu yanını hissedebiliyordu. Meğerse yıllarca yanlış soru sormuştu kendisine.
Sorusu “Ben ne zaman yetişmiş hissedeceğim?” olmaya başlamıştı. Bunun için her gün az da olsa sebep oluşturmaya başladı.
Hayatında yine bir “1 Eylül günü” daha bitmişti ama bu seferki “1 Eylül günü” çok farklıydı.
Yorumlar
hemde çuvalı delmek dileğiyle...
O yüzden bilmek kadar,
uygulamakta çok önemli,
bir seyi uygulamadıktan sonra bilmenin bir anlamı olmuyor :(
İnşaALLAH samimi uygulayanlardan oluruz...
Emeği geçen herkesten ALLAH razı olsun...