Sabah güneşi vurunca su damlalarına...
Gençliğinin baharındaki güzel prenses balkondan sarayın şahane bahçesini seyrederken, birden fıskiyeden akan suların rengine gözü takıldı. “Aman Allah’ım bunlar ne kadar güzel su damlaları böyle, pırıl pırıl parlıyor” dedi.
Sabah güneşi vurunca su damlalarına, renk cümbüşü oluyordu havuz. Serçeler cıvıldayarak damlaların altında yıkanıyordu. Bahçeye öyle bir güzellik katıyordu ki bu görüntüye hayran olmamak mümkün değildi.
Genç prensesin aklına birden bir fikir geldi, neden kendi de on yedinci yaş gününde bu kadar güzel görünmesin ki? Bugüne kadar her istediği olmuştu nasılsa. Bu da olabilirdi. Babası cici kızının bir istediğini iki etmezdi. Prenses ne isterse o olurdu. Ülke içindeki istediği her güzellik ona hemen verildiği gibi bir de uzak ülkelerden güzel hayvanlar getiriliyordu. Gerçi prenses bir iki oynadıktan sonra sıkılır ve hayvanat bahçesine atılırdı zavallıcıklar ya da iklime uyum sağlayamaz kısa sürede ölürlerdi. Ama olsun prenses mutlu olsun yeter ki. “Bu benim suçum değil, siz bakmıyorsunuz bu hayvanlara” diye kim bilir kaç bakıcı işinden olmuştu. Üstelik Prensesi üzdükleri için de ne çok kırbaç yemişlerdi. Kral babası onun üzülmesine asla izin vermezdi.
Hemen
yerinden fırladı, hızla koşarak
babasının çalışma salonuna daldı. Nöbetçiler uyarmaya çalıştılar “Babanız çok
önemli bir toplantıda“ diye ama “Bu çok daha önemli” deyip daldı büyük salona.
“Babacığım,
biliyorsun on yedinci yaş günüme hazırlanıyorum. On altıncı yaş günümden daha
iyi olması için çok önemli bir şeye ihtiyacım var.”
“Güzel
prenses biraz bekleyemez mi? Görüyorsun toplantı halindeyim” Prensesin çığlığı
salonu çınlattı ‘’Ya baba, benden nasıl böyle bir şey istersin, hazırlanmak
için sadece birkaç ay kaldı.” Sonraki bir saati, Kral baba ve devlet
yetkilileri su damlalarından yapılacak bir takı setinin ona ne kadar
yakışacağını dinleyerek geçirdi.
Sarayın kuyumcu başı çağrılarak prensesin istediğinin derhal yerine getirilmesi talimatı ile konu tatlıya bağlandı.
Ancak sorun bundan sonra başladı. Hiçbir kuyumcu prensesin istediği güneş vurmuş ışıltılı su damlalarından ona bir taç, kolye, yüzük, bilezik yapmayı başaramadı. Böyle olunca ülkede kuyumcular cezalandırılmaya, hapse atılmaya başladı. Sadece kuyumcular değil marangozlar, muslukçular... Kısaca bütün ülkenin meselesi bu olmuştu artık. Kadınlar kocaları, çocukları hapse atılmasın diye bütün gün elleri su içinde bir çare bulmaya çalışıyordu.
Artık herkesin umudu tükenmişken bir gezgin geçti o günlerde sarayın etrafından. Baktı insanlarda bir gariplik var.
“Ne oldu size böyle? Ben buradan yıllar önce geçtiğimde burası mutlu insanlar ülkesiydi. Ne oldu buralarda?” dedi. Dertli olan halk uzun uzun anlattı çözümsüz sorunlarını.
“Merak etmeyin dedi gezgin, ben yaparım” dedi. Hemen Kral ile görüşme ayarlandı. “Ben yaparım” dedi. Kral'a gezgin ‘’Ama bir şartım var. Bunu sadece prenses gerçekleştirebilir.’’
Prenses
heyecanla ellerini çırparak "Ne isterseniz yaparım bu takılara çok ihtiyacım var
dedi.”
Gezgin elinde tuttuğu sepeti prensese uzatıp "Bu sepete bol miktarda su damlası toplayabilir misiniz? Böylece ben de o damlalardan sizin istediğiniz tüm takıları yapabileyim.” Bu dakikadan sonra prenses nasıl davrandı bilemiyorum.
Ne istersek o gerçekleşsin istiyoruz...
Önünü arkasını düşünmeden...
Daha
bebekken, annem bana her istediğimde süt versin ile başlıyor,
Ölünceye kadar
devam ediyor bu süreç.
Ucuz olsun hatta bedava,
Aman ha ben sakın bir şey ödemeyeyim,
Benden bir şey çıkmasın ya da azıcık çıksın.
Ama
siz çok verin ve her istediğimi verin.
Her
istediğimi hemen verin.
Gerçekten
öyle bir şey olabilir mi?
Bedelini ödemediğim bir şey bana verilebilir
mi?
Hayat
aslında bir alışveriştir.
Ve
yaratan herkesi birbirine muhtaç yaratmıştır ki alışveriş olsun ilişki
olsun.
Bakıyoruz
ki;
Karınca file muhtaç,
Fil o ağaca,
Ağaç
toprağa,
Herkes
birbirinin ihtiyacını karşılıyor,
Bir
bağ oluyor aralarında, birbirlerine
olan ihtiyaçlarından dolayı…
Peki o halde insanoğlu neden hep daha çok ister ama karşılığında bir şey vermek istemez?
Daha azını ödemek üzere bir pazarlık halindedir.
Doğada her şeye ne kadar ihtiyaç varsa tam da o kadar olur.
İsraf yok,
Artık yok,
Çöp dağları yok,
Birinin atığı diğerinin besini,
Birinin ayak izi diğerinin yuvası,
Fil ormandaki bütün ağaçları değil yiyebileceği kadar ve yaşlı ağaçları deviriyor sadece.
Ama insanoğlu kocaman ormanları yok edebiliyor üstelik tek bir ağaç dikmemişken oraya.
Gerçekten o kadar çok mobilyaya ihtiyacı var mıydı?
Ne kadar az düşünüyoruz…
Bir
şey isterken karşılığında somut ya da soyut bedelini ödemeye razı olup
olmadığımızı…
Sonuç
olarak hep mutsuzum, hep şikayetçi...
Çünkü
bana verilenlerin bedelini ödemedim.
Yorumlar
Hem içeriği hem biçimi göz alıcı
Ellerinize sağlık