"Evet" Demek Evlenmek İçin Yeterli mi?
“Üç yumurta, yarım bardak sıvı yağ, birlikte çırp, ardından karışıma iki bardak da…” dedi mırıldanarak. Sonra geçmişinden kalan bir şarkıyı diline doladı.
“Sevdaaa, sevdaaa… Unut onu dinsin gönlünde fırtınaaa... Sevdaaa, sevdaaa.... Değmez ona ağlamaya…"
Gönlüne de, yaptığı keke de dokunmuştu söylediği şarkı. Şimdi ağlıyordu. Nasıl da yumurtaları kırarken kendini tutamamış, bir anda duyguları boşalmıştı.
Uzun zaman olmuştu; kalbinde biriken, canını yakan ateşin su olup, damla damla süzülüp akmayışı. Oysa ne zaman dertlense, bir fırsatını bulur kendiyle kalır ve göz yaşlarını serbest bırakırdı. Rahatlardı ağladıkça. Gizli, açık ne acısı varsa içinden dökülürdü, Rabbinin huzurunda. Ama bir süredir acısı olmasına rağmen ağlamamıştı. Çocuklar, evin işleri, iş yeri, derken kendisini fark edecek zamanı olmuyordu. Özlemişti kendini, yalnız kalmayı da. Oysa baksan yalnızdı aslında. Yine gözleri yaşardı. Şarkıdaki gibi kavuşamadığı bir sevdalısı da yoktu. O, beğendiğiyle zaten bir araya gelmişti; evliydi de...
“Biraz daha un koymalı, kıvamı cıvık oldu sanki” diye düşündü.
Evlendiği adam salonda kafasını dağıtmak için bir şeyler izliyordu; kendi
dünyasındaydı. Adam eve geldiğinde ya telefonla konuşur ya bir şeyler seyreder
ya da bilgisayarda çalışırdı. Bazen de eve gelmezdi.
Kadın ne zaman kocasıyla sohbet etmek istese çoğu zaman cevap alamaz, uzun bir sessizlikle yüz yüze kalırdı. Adamın kafası dış dünyadaki insanlarla, olaylarla meşgul olurdu.
Bazen “Acaba beni duymuyor mu?”
diye düşünürdü kadın. Kadın haklıydı, adam işitmiyordu. Kulaklarında bir engel
olduğu için değil ama ilişkisine sağırdı. Yoksa, sosyal ortamlarda,
misafirlerin yanında neşeli, sohbetli, insanları eğlendirmeyi seven biriydi.
Belki de kadında problem vardı. Dış dünyadaki insanlar kadar çekici ve önemli değildi belki. Ya da beklentileri yanlıştı veya aşırı…
Neydi evliliğin hakkı?
Neydi gerçekçi beklentiler?
Kadın, evliliği bir takım olmak olarak görüyordu.
Hayatın getirdiği olaylara, baskılara birlikte karşılık vermek,
Birlikte sınavı geçebilmek diye düşünüyordu.
Zaten o yüzden hayat arkadaşı denmez miydi insanın eşine?
Acı yükünü, haz yükünü, geciken sonuçların kaygısını birlikte taşıyıp,
“Biz” olup yükü hafifletmek değil miydi evlilik?
Birbirinin derdini dert edinip, su serpmek değil miydi sol
yanına?
Böyle inanmıştı kadın.
Bunun
için evlenmişti.
Hayatı Rabbinin adıyla birlikte okuyup,
Doğru cevapları vermeye çalışacakları,
Bir öykü yazabilmek için “Evet!” demişti.
Oysa adam da "filanca kızı filancayı, eş olarak kabul ediyor musunuz?" sorusuna, "Evvet!” demişti.
Neyi kabul etmişlerdi?
Neydi eş olmak?
İki insanın “Evet”i arasında nasıl bu kadar fark olabilirdi?
Hangi eş olmayan çift uyum içinde hareket edebilirdi ki?
İki kol?
İki tekerlek?
İki göz?
İki ayakkabı?
Peki ya iki farklı olan şey nasıl eş olabilirdi?
- Gece ve gündüz?
- Ateş ve su?
- Kadın ve erkek?
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; “Her tek bir çiftten oluşur.” Bir bütün olabilmek için birleşebilmek gerekmez miydi?
Birleştiği kişinin, güçlenmesi ve mutlu olmasıyla ilgili,
- Sorumluluk almak,
- Onu anlamak,
- Derdini dert edinmek,
- Yücelmesi için onu beslemek gerekmez miydi? Eş olmak, kendi kendine olabilecek bir şey değildi.
Ya da çiftler “Evet” dediği için de eş olmazdı. Birbirine bilinç vermek, zaman ayırmak gerekiyordu. İnsanın egosuna ters gelebilecek bir şeydi bu. Ego kendi rahatına düşmeyi, kestirmeden gitmeyi tercih ederken; bir başkası için bedel ödemek, onun yokuşlarını idare edebilmek zordu.
Oysa insanı olgunlaştıran, yetkisini artıran, karakter kazanmasına sebep olan ise bu bilince gelebilmesiydi.
Dikkat et! Çocuklar uyanmasın...
“Canım şunun sesini biraz kısar mısın? Çocuklar uyanacak!”
Altı yıl olmuştu evleneli. Çocukların uyanmasıyla ilgili
hassasiyetini defalarca anlatmıştı. Onlar uyuduktan sonra ancak yapması gereken
işleri yetiştirebiliyor ve sabah erken kalkabilmek için de uyumak istiyordu.
Uyanmaları demek bunların hiçbirini yapamaması demekti. Aslında çok basitti
söylediği şey;
“Dikkat et de çocuklar uyanmasın”
Ama adam anlamıyordu ve yine kendi bildiği gibi yapıyordu.
Ya yüksek sesle konuşuyordu ya da dinlediği şeyin sesi bir hayli açık oluyordu.
Kadının birkaç kez uyarmasından sonra ancak durumda değişiklik yapıyordu O da
kızarak oluyordu genelde...
Adam kadını takıntılı buluyordu. Kadın ise adamı umursamaz...
“Derdimi, yaşadığım durumu anlamıyor beni hissedemiyor” diye
düşünürdü kadın.
Adam ise “Her şeyi mesele yapıyor, ne var sanki biraz rahat olsa” diyordu.
Neye "evet!" demişlerdi?
İki taraf vardı, bir
bütün yoktu. Her biri kendi hakkını savunmak zorunda kalıyordu. Çünkü ikisi de
yalnızdı. Bir arada, aynı evde, aynı yatakta, aynı sofrada ama tek tek…
Adı evlilikti sadece fakat kalpleri “bir” değildi, parçalıydı.
Peki, neye “Evet!” demişlerdi?
İstemek yeterli değil miydi birleşmek için?
“Bir” olabilmek için iki farklı olanın birbirini tanımak
istemesi, merak etmesi, benzerlik kurması gerekiyordu.
Karşındakini merak etmezse onu tanımlayamaz, ihtiyacını,
sevdiği şeyleri göremezdi insan.
Tanımak istemediği bir şeyle nasıl bağ kurabilirdi?
- Çok işi vardı,
- Çok yoğundu,
- Çok şuydu,
- Çok buydu,
- Zahmetliydi... Zahmetliydi kendinden olmayana bilinç vermek. Gerçi insan çoğu zaman kendine de bilinç vermezdi, sadece isteklerinin gerçekleşmesiyle ilgilenirdi.
Kimse neye “Evet!” dediğini gerçek anlamda idrak edememişti.
O yüzden bedelini talep ettiğinde, hakkını istediğinde insan
bahane üretiyor, kaçmak istiyordu.
“Seni seviyorum” diyor ama hakkını vermek istemiyordu.
Hakkını vermediği için problem çıkıyor, tartışmalar oluyordu. Bu sefer de ego kestirmeden gidip, özür dileyip, hediye alıp, konuyu kapatmak
istiyordu. Ama asla bedelini ödemek istemiyordu.
Oysa “Bedelini ödemediğin şey senden alınır” der Deneyimsel Tasarım Öğretisi.
Gerçeği kabul edip toparlanmak yerine, göz çekip, rahatına bakmak daha önceden yaşadığı gibi yaşamak istiyordu.
Hangi yokuş yatarak çıkılabilirdi ki?
Her zirvenin önünde bir yokuş yok muydu?
Her başarı öncesinde insan sıkışmaz mıydı?
Daha önce
ödemediği yeni bedelleri ödemeden, yeni başarılar, daha üst yetkiler
kazanılabilir miydi?
Her sorumluluk insanı büyütür...
Evlilik, aile olmak, yeni bir iş kurmak, yönetici olmak, neyin yetkisini talep ediyorsa insan sorumluluğunu almayı da göze almalıydı. Yoksa hiçbir zaman daha üst seviyeye çıkamaz, etki gücü artmaz ve bulunduğu yere yön veremezdi.
Her sorumluluk insanı büyütürdü eğer hakkıyla taşıyabilirse.
Evliliğin sorumluluğu aile bedellerini üstlenmekten geçiyordu.
Ve bir süre sonra birbirinden farklı olanlar birbiriyle kaynaşıyor, eşleşiyor, birleşiyordu. Dışardan bakıldığında farklı farklı yöne giden bireyler değil,
Aynı yöne hareket eden bir bütün gözüküyordu.
“Bir” olabilmeyi başarabilmek,
Dağınık olan hareketleri tek bir potada doğru yönde toplayabilmek,
Birleşen olmak çok önemli bir beceriydi.
Ve bir topluluk ancak “Bir” olabildiğinde verim almaya başlardı.
Diğerinin ihtiyacını kendi ihtiyacın gibi hissedecek noktaya varmakla mümkündü bu.
Mutfaktaydı kadın...
Fırının zil sesiyle, bir kek yaptığını hatırladı.
Dilinde yine o şarkı vardı...
Kabaran kekine sevinerek gülümsedi,
Yüzünde bir çiçek açtı.
Yorumlar
Niye bekariz?
Niye evlendik?
Niye çocugumuz var?
...
Her sebebin otesinde bir sebep var artik niye diye sormadigimiz..
Ne kıymetli. Emeğinize sağlık 🌼
Çok keyifli bir yazı olmuş ve çok faydalı…
Emeğinize sağlık🌸
yüreğinize sağlık…
Ellerinize sağlık
Diğerinin ihtiyacını kendi ihtiyacın gibi hissedecek noktaya varmakla mümkündü bu.
Insan yetiştirmenin ilkokulu.
Hep deriz ya "Biz ailemizden böyle gördük.."Bizim aileye ters, babam çok kızar"
Her insan ailesinden gördükleriyle yetişmeye başlar. Rol modelidir annesi babası ablası...Temeli sağlam olan,biz olabilen aile...Herkesin kendine ait bedellerin ödendiği bağları kopuk olmayan aile...
Karşımızdakinin ihtiyacını, kendi ihtiyacımız gibi hissedecek noktaya varmakla mümkündü bu.