Yemek Hazır...

Çoktan başlamıştı hatunu hazırlanmaya...

"Hayır, hayır mümkün değil olmaz Faruk! Bir çeşit börek, iki çeşit zeytinyağlı, biraz pilav, biraz patates ana yemek zaten belli. En az iki çeşit salata ve tatlı olmalı. Sonra meyve, kuruyemiş ve yanına güzel bir ev yapımı meyve suyu. Hatta ana yemekle de bir meyve suyu olur. Çay, kahve ve soda da oldu mu her şey tamamdır. Aa o da ne, bak çorbayı listelemeyi unutmuşum!" 
Faruk kadınları anlamayı bırakalı yedi yıl olmuştu. Ama hayatta belli ki bıraktığı başka şeyler de vardı. O sırada hatun çoktan başlamıştı hazırlanmaya.

Her yerden özenle seçilen malzemelerle, üç gün önceden alışverişler yapılmıştı. Et başka yerden, süt ürünleri başka yerden, kuruyemiş özel bir yerden, sebzeler başka yerden, ekmek desen o hepten ayrı ve özel olmalı zaten. 

Davetten bir gün önce, zeytinyağlı ve tatlı hazırlanır diye planlandı. Lezzetleri ancak oturuyor diye önceden hazırlanmalıydı. Pasta zaten başlı başına insanın yarım gününü alır.

Geceden hazırlanan masa düzeni derken günler önceden hatunun içinden geçen sesler. "Kız ne ara bitecek bunlar, bak gördün mü pastayı da hazırlayamadık tam istediğim gibi. Ee tabi her misafirin bir kısmeti var. Geçen Necla'lara yaptığım tam olmuştu. Bunların kısmeti mi yok dersin kız?"  

Tüm bu hazırlıklar bu aşamada böyleyken yemek günü neler yapılacaktı? Taze pişmesi istenenler, son dakika çıtırlığını koruması gereken tatlar. Evin temizliği derken tüm gün aralıksız 12 saat çalışma.

Başladı iç sesi:
"Kız bir misafir için kaç saatini harcadın sen? 12 + 8 + 4 + bir de Faruk ile olan tartışmalar. Oooo sayamayacağım şimdi... " Artık misafirlerin gelmesine yakın bozulan sinir, gergin surat. Son anda bir duş alındı. Makyajı tam istediği gibi olmadı ama olsun.
Misafirler geldiğinde inanılmaz güzel bir masa. Takımlar eşleşmiş, servis tabaklarıyla yemek takımının düzeni tam uyumlu. Yanında bir o kadar da uyumsuz bir surat. Tabii ki de Faruk'un anlayışsızlıkları hatununu geriyordu. Bir şeyin güzel olması ile ilgili neden Faruk’un hiç derdi yoktu. Anlam vermek ne mümkündü?

Neyse yemek hazır, "Buyurunuz haydi herkes sofraya…" 24 saatten fazla süren hazırlıkların büyük bölümü 35 dakikada mideye inmişti bile... 
- Çorba çok güzel olmuş nasıl yaptın canım?
- Aaa onun eti özel bir yerden de ondan.
- Ne güzel...
- Salata da çok güzel. 
- Ee tabi onun nar ekşisi özel bir yerden geliyor, cam kavanozda ve odun ateşinde pişirilmiş.
- Belli…
Bu ve benzeri tüm konuşmalarla, malzemelerin satın alma işlemleri ile ilgili tüm detaylar verildi.

Yemek bitmeye yakın bir değerlendirme yaptı iç sesi: 
"Parmaklarını yemelerine rağmen her şeyden birer lokma nasıl yendi? Acaba çeşit mi çok fazlaydı dedi iç sesi. Kaşığın ucu ile tabağa konan yemekler, dökülen salatalar. Bir dahakine diyecekti ki; Aç gelin..."

Sonuçta o kadar uğraşmıştı ve o uğraşın değeri verilmeliydi. Oysa kimse ondan bu kadarını istememişti. 
İşte insanın olaylara kendi penceresinden bakması bu kadar kolaydı.
Kendinde hata aramayanın karşıda hata bulması bu kadar kolaydı... 

Yemekten sonra koltuklara oturma faslı geldi… 
"Tatlı?" "Ah yerimiz kalmadı" nidaları olsa da güzelce yendi... Ne hikmetse tatlı hep iyi yenir? Çaylar içilir, tatlılar yenir ve "Tekrar bekleriz..." 
Elbette bu davetin karşılığı beklenir. Aradan zaman geçer, ara ara iç ses konuşur "Onlar bizi acaba ne zaman çağıracak?" 
Ve beklenen telefon gelir. Telefona cevap dünden bellidir zaten. "Aaa tabi canım sorayım evdekilere, geri döneyim müsait miyiz diye."  Sonra iadeyi ziyaret ama gidilen evde  o da ne? Balık, salata ve bir de su var masada. Haaa bir de ekmek, hani şu bakkallarda satılan. Bakkal da eski bir kelime oldu. Neyse sonra da çay.

"Ay Faruk iyi ki getirmişiz tatlıyı yoksa aç kalacakmışız. Bence bir daha çağırmayalım onları bize, baksana misafire verdikleri değere." Tüm bu konuşmalar karşısında nereden başlayacağını bilemeyen Faruk. Bir an eşine haklı diyeceği geldi. Sonra tam çıkarken evde eskimiş bir kapının zorla iple tutturulduğu gözünün önüne geldi ve ne yaptıklarını anladı.

Çok şükür ki anladı "İyi ki tatlıyı getirmişiz Faruk iyi ki…" kulağında çınlayan bir ses...
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; “Güç insanı zalimleştirir.”
Nasıl bu hale gelmiştik biz? Nasıl gereksiz hava atar olmuştuk böyle? 
İnsan neden kendini bu kadar düşünür?
İnsanlarla bir yarışta mıydık yoksa bir beraberlikte miydik?
Misafirlik dostane bir buluşma mıydı yoksa hava atmak için miydi? 
İnsan kendini övme derdindeyken karşısındakine yaptığı zulüm de neydi?  
İşte insan güç kazandıkça zalimleşebilen bir canlı. 
Oysa insan güç kazandığı ölçüde merhametli olmalı değil miydi?
 
Ne kadar güç o kadar merhamet olmalıydı tarifte…
Oysa güçlendikçe, daha da güç, daha da güç demişti. 
Birkaç saatlik hazırlıklar, üç günlük hazırlıklara dönüşmüştü.
Var olmaya çalışan kişinin aslında tek başına kalmasıydı.
Vardı ama tekti.
Ve bu kötü bir tek olmaktı.
İyi olan bir tek olmak değildi.
Oysa beraber iyi olmalıydı insan. 
Sen iyiysen ben de iyiyim diyebilmeliydi. 
Sen yoksan ben de yokum diyebilmeliydi.
Utandırmamalıydı kimseyi.
Benden çok sen diyebilmeliydi…

Yorumlar

Adsız dedi ki…
İnsan çeşitlere takılırken asıl olması gerekenleri nasıl da gözünden kaçırıyor.. Bir tartın çatlamasına dayanamayıp bir kalbi kırabiliyor ..
Betül dedi ki…
Emeklerinize sağlık...
İçinde bulunduğumuz gösterişler yarışından kurtuluruz umarım
Ferfeh dedi ki…
Yaptığımız şeyleri samimi yapabilmek dileğiyle elinize sağlık 🌸
Tugba Asula dedi ki…
Misafire hava atma, onu zor bırakma gayreti, zalimliğin farkında olmamak, hayatım tam içinde olan bu durum ne kadar güzel anlatılmış. Kaleminize sağlık