Gençlik başımda duman
On sekiz yaş, gençliğin baharı…
Ağustosun ortasında bir öğlen vaktiydi. Nihal balkonda oturmuş
dışarıyı izliyordu. En sevdiği şeyi yapıyor, insanları gözlemliyor ve
düşünüyordu. Bir yerden bir yere sürekli koşturan; işe giden, işten gelen,
çocuğunu okula yetiştirmeye çalışan insanlar vardı. Kendisi için ise bir
koşturmaca söz konusu değildi. Liseyi bitirdikten sonra “Zamanım var daha” diyerek
o yıl kendini boşa çıkarmıştı. Diğer insanlardan daha rahattı ama sanki içi daha
çok bunalıyordu. Dışarıda yoğun olan insanların yüzleri, ondan daha
tebessümlüydü. Camdaki yansımasına baktı; kaşları çatık, gergin ve mutsuz bir
yüzdü. Hava mı onu bu kadar bunaltmıştı anlamamıştı. Eğer sebebi hava ise neden
aynı hava dışarıdakileri bunaltmıyordu?
Hem de onlar
güneşin altındaydı. Nihal içindeki sıkıntıya bir anlam veremiyordu…
Deneyimsel Tasarım
Öğretisi der ki; Üretimde olan insan mutlu olabilirdi ancak.
İnsan, ürettikçe, bedel ödedikçe
güçlü ve mutlu olabilir. Üretimlerimiz hayatın içerisinde bedel
ödememizi sağlar.
Üretim hak ediş oluşturmaktır.
Yeni hak edişler oluşturabilmemiz için hayatta hedeflerimiz ve bu
hedeflerimiz doğrultusunda bedellerimizin olmasına ihtiyacımız
var.
Nihal düşüncelere dalmışken lise arkadaşı
Leyla’dan bir mesaj geldi. "Yarın on sekiz yaşına basıyorsun tebrik
ederim, artık istediğin her şeyi yapabilirsin.” diyordu.
Geçen gün kardeşi Necla da aynı şeyi
söylemişti. “Abla ne güzel on sekiz yaşına basıyorsun, istediğini
yapabilirsin.”. “Zaten istediğimi yapıyorum. Çalışmıyorum,
harçlığımı ailem veriyor, rahatım, geziyorum. Sınava da hazırlanmıyorum zamanım
var diye. Evde oturuyorum” diye düşünüyordu.. Eksik bir şeyi yoktu ya da
açlık duyduğu bir şeyi de…
Oysa insanlar sürekli bir şeye ulaşmaya
çalışıyordu. Aç güvercinlerin ekmek görünce uçuşup toplanması gibi... Ya
da denizde fırtınaya tutulmuş birinin bir ada görünce hızla yelkenleri karaya çevirmesi
gibi…
İnsanları harekette
tutan neydi?
Peki,
Onu bu kadar rahatlığa
düşüren neydi?
Bir şeylerin açlığı mıydı, eksikliği miydi? Adını tam
koyamıyordu ama ne ise o şey onda yoktu.
Rahattı, toktu…
Rahattı çünkü gençti ve zamanı çoktu…
Rahattı çünkü sorumlulukları yoktu…
Rahattı çünkü anne babası ona her türlü
imkanı sunmuştu…
O kadar rahattı ki yerinden bile kalkmaya erinebiliyordu.
Köyde koşturmaca olurdu...
Eskiden böyle değildi. Hele küçükken
yazları köye gittiğinde hep bir koşturmacası olurdu. Kuzenleri ile tarlaya
giderdi. Halası onlara meyve, sebze toplatırdı. Güneşin altında nasıl susarlardı,
nasıl da acıkırlardı? Halası; "Yemeğe daha var, şurayı da toplayın bakayım"
diyerek onları çalıştırır, iyice acıktırıp, susatırdı.
Tarladan sonra su kuyusuna can havli
ile koşarlardı. Halası da az insafsız değilmiş. Evet adını koyamadığı şey buydu
galiba; eksik bir şeyi yoktu, bir açlığı yoktu. Bunu
kaybetmişti son yıllarda.
Anne babası iki yıl önce abisini
kaybettiği için, Nihal’in ve kardeşinin üstüne çok düşmüşlerdi. Her istediğini,
hatta istemediğini bile önüne koyuyorlardı. Nihal’e ise bir ağırlık gelmişti. Bataklığa
düşmüş de çıkamayacak gibi, üzerinde bir ağırlık hissediyordu. Anne
babasının onun için yaptıkları ona ağır geliyordu. O kadar ağır ki yerinden
kalkıp bir şey yapası kalmamıştı. Oysa, artık onun anne babası için bir şeyler yapması
gerekiyordu.
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; Açlık insanı diri tutar
tokluk ise insanı öldürür.
Hayatında bir şeylerin açlığına
ihtiyacı vardı. Örneğin aç kalmaya…
Tam da o sırada annesi dışarı çıkarken “Kızım dolapta
yiyecek bir şeyler var” dedi. Teşekkür etti annesine. Sonra hiç yemek
istemediğini fark etti. İhtiyacı olan buydu açlık duygusu, bir şeylerin
eksikliği…
Ne yapabildi acaba? Yarın doğum günüydü,
anne babası ona yine çok pahalı hediyeler alacaklardı, hem de ihtiyacı olmayan
şeylerden. Şimdiden ikisine de hediye istemediğini söylemeye karar verdi. Kalktı
içeriye girdi. Anne ve babasıyla konuştu. Daha sonra dolabındaki kıyafetleri
düzenlemeye başladı. Dolabındaki ihtiyacından fazla olan kıyafetleri,
hatta kullandıklarından da bazılarını verebileceğini düşündü. Hem böylece eksik
bir şeyleri olurdu, açlık hissederdi. Bu düşünce bile kendisine çok iyi geldi
ve hemen işe koyuldu.
Dolabın içine girdikçe ne çok kıyafeti
olduğunu fark etti. Bolluk içinde ne çok israf ediyormuş. Ayıkla ayıkla
bitmiyordu. Bir kıyafet almış, daha sonra aynısından yine almış. Kimi kıyafeti
çekmecenin köşesinde unutulmuş, rutubet kokmuş.
Kıyafet tokluğu, kıyafetleri bile
öldürmüştü…
Odasını toparlamayı bitirdiğinde akşam
olduğunu fark etti. Ne çok iş halletmişti kısacık zamanda. Açlığa ihtiyacı
olduğunu fark etmeseydi hala balkonda kös kös oturuyor olacaktı.
Acı ama aynı günün bitmesi gibi ömrünün
akşamı da gelecekti ve öğlen ne yaptığını soracaktı kendine… Bugün kıyafet
toplamıştı peki ya önceki gün ya da daha önceki, daha da önceki gün ne
yapmıştı?
Hiç…
Yarın yapacak bir şeyi var mıydı?
Yoktu…
Evet şu an çok kıymetliydi ama
zannedildiği gibi “Carpe diem; Günü yakala, anı yaşa” diyerek anı israf etmek
adına değildi. Zaman geçip gidiyordu ve geri gelmeyecekti. Her an bir uğraşı
olması gerekiyordu insanın belki de; ömrünün akşamında dönüp bakınca yüzünü
güldürebilmesi için.
Gençliğinin baharında, en çok enerjisi
olduğu dönemdeydi.
O halde ne diye duruyordu?
Neden peşinden koşacağı hedefler belirlemiyordu kendine?
Deneyimsel
Tasarım Öğretisi geçmiş deneyimlerden yola çıkarak,
geleceğimizi tasarlamaya yönelik stratejiler üreten bir bilgi topluluğudur.
“Kim Kimdir”,”
İlişkilerde Ustalık” ve “Başarı
Psikolojisi” seminerleriyle mutlu ve başarılı olmak isteyen insanlara
problemlerini çözmeleri ve hedeflerine ulaşabilmeleri için ihtiyaç duydukları
yöntemleri öğretir.
"Hayatta
hiçbir zaman keşfedilemeyecek tek bir şey vardır; Daha iyisi…"
Yahya Hamurcu
Yorumlar
Kaleminize sağlık 🌸